İstanbul’un işlek AVM sinemalarından birindeyim. Perdede peşi sıra reklamlar ve gelecek program fragmanları dönerken, çevremdeki konuşmalara kulak kabartıyorum. Sabırsız ve meraklı bir bekleyişin yanısıra biraz da tedirginlik var izleyenlerde. “Keşke 21.40 matinesine
gelmeseydik, film 2.5 saatmiş uyuyup kalabiliriz buralarda’ diyor yanı başımda oturan genç kız arkadaşına. Bir diğeri filmin ‘sıkıcılığı’ hakkındaki yazılıp çizilenlerden bahsediyor; ‘Bir elma sahnesi varmış 10 dakika sürüyormuş. İnanılmaz ağır akıyormuş film. Çok bayarsa ikinci yarıda kaçarız.’
Bir Zamanlar Anadolu’da başlamak üzere…
Yadırgamıyorum bu endişeleri.
Burası İstanbul. ‘Hız- hızlı olmak’ hayatta kalabilmek için bir zorunluluk artık. Dar zamanda sayısız işi bir arada yürütüp sonuca ulaştırmanın başarı kriteri olarak kabul gördüğü bir çağda yaşıyoruz. An’ı yaşamak bir yana, an’la yarışıyoruz. Bu biteviye telaş; tatminsizliği, anlam kaybını, duygu yoksunluğunu ve hoyratlığı beraberinde getirse de razıyız. Şikayet etmeye hakkımız yok, bunu biz yarattık çünkü.
Zaman kaybetmek hele ki ‘sıkıcı’ bir filmde…
Kendimize yapabileceğimiz daha büyük kötülük olabilir mi?
Film başlıyor.
Daha ilk sahnede, bir başka dünyaya çekiliyoruz.
Burası Anadolu. Zaman bizim zamanımız değil, bildiğimiz zaman gibi akmıyor filmde. Gece ağır, ıssız, yalnız, tekinsiz ve daha karanlık. İnsanlar az çok tanıdığımız ama giderek yabancılaştığımız insanlar.
Rüzgarın uğultusu, yağmurun sesi başka.
Nuri Bilge Ceylan, o görkemli sinema diliyle bir cinayetin etrafında örülmüş insan hikayeleri anlatıyor. Anadolu’nun ıssızlığını, yanlızlığını, kadimliğini, terk edilmişliğini, tekdüzeliğini anlatıyor. Ve sıkışmışlığı, birbirine benzeyen dertleri, umutsuzluğu ve hayata tutunma biçimleriyle Anadolu insanını…
Bir de gerçeği. Yanlızca gerçeği…Ürperten, şaşırtan, acıtan ve gülümseten halleriyle ‘uzaktaki köyde’ yaşanan gerçeği.
İzlediğim her film, bu ister savaş ister aşk filmi olsun, beni gerçeklik duygusundan koparıp götürür, kurgulanmış bir hayal dünyasında bir iki saat geçirdikten sonra hayatıma kaldığı yerden devam ederim. Sinemadan beklentimiz de bu değil midir zaten: Hayata bir mola.
Nuri Bilge Ceylan filmleri, bu ezberi bozuyor, bu akışı tersine çeviriyor her seferinde.
Hayatın tüm gerçekliği, tüm halleriyle, tokat gibi yüzünüze çarpıyor.
Bittiğinde siz ‘filme’ bıraktığınız yerden devam ediyorsunuz.
Allayıp, pullamadan
Bir Zamanlar Anadolu’da her karesiyle gerçeği, allayıp pullamadan, sessiz, sözsüz ve derinden hissettiriyor size. Oyunculuklar çok başarılı. Komiser Naci rolünde Yılmaz Erdoğan, Savcı Nusret rolünde Taner Birsel usta oyunculuklarını sergiliyorlar. Muhtar rolündeki Ercan Kesal ise gerçek bir sürpriz. Asıl mesleği hekimlik olan, filmin çekildiği hastanede 2 yıl görev yapan Kesal, senaryo ekibinde de yer alıyor. Büyük bir ustalıkla canlandırdığı Muhtar’ın diyaloglarını da kendisi yazmış.
Ağır mı akıyor film? Hiç şüphesiz evet. Bu ağır akış, bizlere telaşlı gündelik hayatlarımızda zaman bulamadığımız ve artık lüks haline gelen bazı eylemleri gerçekleştirme fırsatı sunuyor. Bakmak, görmek, anlamak, düşünmek ve hissetmek gibi…
Elmanın yuvarlanıp gitmesi, Muhtar’ın kızının çay ikramı, otopsi…Filmin en çarpıcı sahneleri ve hiçbiri beklediğiniz, alıştığınız aksiyonu, şaşırtmacayı sunmuyor size ama yukarıda saydığım lüksleri fazlasıyla yaşatıyor.
Müziksiz bir film Bir Zamanlar Anadolu’da.Tek bir türkü çalıyor film boyunca. Neşet Ertaş ‘Allı Turnam’ı öyle bir sahnede ve öyle büyülü bir şekilde söylüyor ki yüreğinizle dinliyorsunuz.
Yaklaşık 2.5 saat sonra film bitiyor ama izleyiciler gönülsüzce terk ediyorlar salonu. Cinayeti kim, neden işlemiş, çocuğun babası kimmiş, hikaye yarım kalmış ne gam? Bütün bu ayrıntılar önemini çoktan kaybetmiş fotoğrafın bütününde.
Zor olan tüm bu gördüklerimizi yok sayıp ‘filme’ kaldığımız yerden devam etmek…
![]() |





